Nathaniel Hawthorne, Kızıl Damga
Günümüz insanları, karınlarını tıkabasa doyurdukları zaman tıpkı bir milyon yıl önce yaşamış atalarına benziyorlar: Başlarının fena halde dertte olduğunu idrak etmekte gecikiyorlar. Bu durum genellikle köpekbalıklarına ve balinalara karşı tetikte durmayı unuttukları zaman yaşanıyor. Bir milyon yıl önce bu iyice trajik bir kusurdu; çünkü gezegenin durumu hakkında en iyi bilgilendirilen, süregelen onca zaiyat ve yıkımı yavaşlatabilecek kadar zengin ve güçlü insanlar tanım itibariyle karnı tok kişilerdi. Dolayısıyla onlara soracak olursanız, işler her zaman gayet tıkırındaydı.
Kurt Vonnegut, Galapagos
Cornelius (maymunların kutsal metinlerinden okur): "İnsan hayvanından sakının, zira şeytanın piyonudur o. Tanrı'nın primatları arasında bir tek o, zevk için veya hırs ya da açgözlülük yüzünden öldürür. Fazla çoğalmasına izin vermeyin, yoksa kendi yuvasını ve sizinkini çöle çevirir. İnsandan uzak durun, zira ölümün habercisidir o."
F. J. Schaffner, Maymunlar Cehennemi, 1968
Liderlik işi bu toplumda doğal olarak paranoyaklara kalacaktır. Tabi maniklerin darbe yapmasını engellemekte zorlanacaklardır. Ama asıl sorun şu ki, paranoyakların ideolojiyi belirlediği bir toplumda egemen duygusal tema nefret olacaktır. Liderler kendileri dışındaki herkesten nefret edecek ve geri kalan herkesin de kendilerinden nefret ettiğini varsayacaklardır. Dolayısıyla tüm sözde dışişleri politikaları, onlara yönetilen bu varsayımsal nefretle savaşmanın mekanizmalarını inşa etmek üzerine kurulacaktır. Bu da tüm toplumun hayali bir mücadeleye çekilmesi, varolmayan düşmanlara karşı, hiçliğe karşı zafer kazanılması demektir.
Philip K. Dick, Alfa Ayının Kabileleri
Ajan Smith: Buradayken yaşadığım bir aydınlanmayı paylaşmak istiyorum. Sizin türünüzü sınıflandırmaya çalıştığım sırada oldu bu. Fark ettim ki, siz memeli değilsiniz. Bu gezegendeki her memeli, içgüdüsel olarak çevresiyle doğal bir denge durumu geliştiriyor, ama siz insanlar bunu yapmıyorsunuz. Bir bölgeye yerleşiyor ve çoğaldıkça çoğalıyorsunuz, ta ki bütün doğal kaynaklar tükenene ve hayatta kalmak için başka bir bölgeye gitmek zorunda kalana kadar. Bu gezegende aynı yolu takip eden bir organizma daha var. Ne, biliyor musun? Virüs. İnsanlar bu gezegenin hastalığı, kanseri.
Wachowski Kardeşler, Matrix, 1999
Birinci çağda tanrıları yarattık. Tahtadan oyduk onları, o zamanlar hala tahta diye bir şey vardı. Parıldayan metallerden işledik ve tapınakların duvarlarına resmettik. Birçok türden tanrılardı bunlar, tanrıçalar da vardı. Kimi zaman çok zalimdiler, kanımızı içtiler ama aynı zamanda bize yağmur ve güneş ışığı, elverişli rüzgarlar, iyi hasatlar, verimli hayvanlar ve birçok çocuk ihsan ettiler. O zamanlar tepemizden bir milyon kuş uçar, denizlerimizde bir milyon balık yüzerdi. Tanrılarımızın kafalarında boynuzlar, aylar, yüzgeçler ya da kartal gagaları vardı. Onlara 'her şeyi bilen' dedik, yetim olmadığımızı biliyorduk. Dünyayı kokladık ve içinde yuvarlandık, usaresi çenelerimizden aktı.
İkinci çağda parayı yarattık, parayı da parıldayan metallerden işledik. İki yüzü vardı, bir yüzünde kral ya da başka bir önemli şahsiyetin adı bulunuyordu, diğer yüzüne ise bize huzur verecek bir şey koyduk, bir kuş, bir balık ya da kürklü bir hayvan. Eski tanrılarımızdan kalanın hepsi buydu. Paranın ebadı küçüktü ve hepimiz her gün tenimize olabildiğince yakın duracak şekilde bir miktarını yanımızda taşırdık. Bu para yenmezdi, giyilmezdi, ısınmak için yakılmazdı ama sihirliymişçesine başka şeylerle takas edilebilirdi. Para esrarengizdi ve ona hayranlık duyuyorduk. Eğer yeterince paranız varsa uçabileceğiniz söylenirdi.
Üçüncü çağda para tanrılaştı. Gücü her şeye yetiyordu ve kontrolden çıkmıştı. Konuşmaya başladı. Kendi başına yaratmaya başladı. Ziyafetler ve kıtlıklar, neşeli şarkılar ve ağıtlar yarattı. Açgözlülüğü ve açlığı yarattı, bunlar paranın iki yüzüydü. Şerefine camdan kuleler yükseldi, yıkıldı ve tekrar yükseldi. Derken her şeyi yemeye başladı. Koca ormanları, ürün dolu tarlaları ve çocukların yaşamlarını yedi. Orduları, gemileri ve şehirleri yedi. Onu kimse durduramıyordu. Onu sahip olmak saygınlık nişanesiydi.
Dördüncü çağda çölleri yarattık. Çöllerimiz birkac çeşitti, ama hepsinin ortak ortak bir özelliği vardı. Orada hiçbir şey yetişmiyordu. Bazıları betondan, bazıları muhtelif zehirlerden, bazıları ise kavrulmuş topraktan yapılmıştı. Bu çölleri para arzusu ve paranı yokluğunun yeisiyle yaptık. Kapılarımızı savaşlar, salgınlar ve kıtlıklar çaldı ama gayretkeş bir şekilde çöller yaratmamıza engel olamadılar. Sonunda tüm kuyular kurudu, zehirlendi, tüm nehirler pislikle doldu. Tüm denizlerimiz öldü, yiyecek yetiştirmek için toprak kalmamıştı. İçimizde bazı bilgeler çölü tefekküre başladı. Güneş batarken kumun üzerindeki bir taşın çok güzel olabileceğini söylediler. Çöller düzenliydi, çünkü içinde ne yabani otlar vardı ne de sürünen canlılar. Eğer çölde yeterince kalırsanız, mutlak olan kavrayabilirdiniz. Sıfır sayısı kutsaldı.
Uzak bir gezegenden buraya, bu kurumuş göl kıyısı ve taş yığınına, bu pirinçten silindire gelen sizlere, kaydedilmiş günlerimizin en sonunda nihai sözlerimizi söylüyorum:
Bizim için dua edin, bir zamanlar uçabileceğini düşünen bizler için.
Margaret Atwood, Mim Savaşları içinde.
Dr. Schreber: Ben onlara yabancılar diyorum. Bizi kaçırıp buraya getirdiler. Bu şehir, içindeki herkes.. onların deneyi. Anılarımızı istedikleri gibi karıştırıp eşleştiriyorlar, bizi biricik yapanın ne olduğunu bulmaya çalışıyorlar. Adamın biri bir gün dedektif oluyor, ertesi gün bambaşka biri. Mesela bir katil incelemek istediklerinde, yurttaşlardan birine yeni bir kimlik veriyorlar. Ona bir aile, arkadaşlar, bütün bir geçmiş ayarlıyorlar... hatta kayıp bir cüzdan. Sonra sonuçları gözlemliyorlar. Bir katilin geçmişi verilen bir adam o yolda mı devam edecek? Yoksa bizler aslında anılarımızın toplamından fazlası mıyız?
Alex Proyas, Dark City, 1998
İkinci çağda parayı yarattık, parayı da parıldayan metallerden işledik. İki yüzü vardı, bir yüzünde kral ya da başka bir önemli şahsiyetin adı bulunuyordu, diğer yüzüne ise bize huzur verecek bir şey koyduk, bir kuş, bir balık ya da kürklü bir hayvan. Eski tanrılarımızdan kalanın hepsi buydu. Paranın ebadı küçüktü ve hepimiz her gün tenimize olabildiğince yakın duracak şekilde bir miktarını yanımızda taşırdık. Bu para yenmezdi, giyilmezdi, ısınmak için yakılmazdı ama sihirliymişçesine başka şeylerle takas edilebilirdi. Para esrarengizdi ve ona hayranlık duyuyorduk. Eğer yeterince paranız varsa uçabileceğiniz söylenirdi.
Üçüncü çağda para tanrılaştı. Gücü her şeye yetiyordu ve kontrolden çıkmıştı. Konuşmaya başladı. Kendi başına yaratmaya başladı. Ziyafetler ve kıtlıklar, neşeli şarkılar ve ağıtlar yarattı. Açgözlülüğü ve açlığı yarattı, bunlar paranın iki yüzüydü. Şerefine camdan kuleler yükseldi, yıkıldı ve tekrar yükseldi. Derken her şeyi yemeye başladı. Koca ormanları, ürün dolu tarlaları ve çocukların yaşamlarını yedi. Orduları, gemileri ve şehirleri yedi. Onu kimse durduramıyordu. Onu sahip olmak saygınlık nişanesiydi.
Dördüncü çağda çölleri yarattık. Çöllerimiz birkac çeşitti, ama hepsinin ortak ortak bir özelliği vardı. Orada hiçbir şey yetişmiyordu. Bazıları betondan, bazıları muhtelif zehirlerden, bazıları ise kavrulmuş topraktan yapılmıştı. Bu çölleri para arzusu ve paranı yokluğunun yeisiyle yaptık. Kapılarımızı savaşlar, salgınlar ve kıtlıklar çaldı ama gayretkeş bir şekilde çöller yaratmamıza engel olamadılar. Sonunda tüm kuyular kurudu, zehirlendi, tüm nehirler pislikle doldu. Tüm denizlerimiz öldü, yiyecek yetiştirmek için toprak kalmamıştı. İçimizde bazı bilgeler çölü tefekküre başladı. Güneş batarken kumun üzerindeki bir taşın çok güzel olabileceğini söylediler. Çöller düzenliydi, çünkü içinde ne yabani otlar vardı ne de sürünen canlılar. Eğer çölde yeterince kalırsanız, mutlak olan kavrayabilirdiniz. Sıfır sayısı kutsaldı.
Uzak bir gezegenden buraya, bu kurumuş göl kıyısı ve taş yığınına, bu pirinçten silindire gelen sizlere, kaydedilmiş günlerimizin en sonunda nihai sözlerimizi söylüyorum:
Bizim için dua edin, bir zamanlar uçabileceğini düşünen bizler için.
Margaret Atwood, Mim Savaşları içinde.
Dr. Schreber: Ben onlara yabancılar diyorum. Bizi kaçırıp buraya getirdiler. Bu şehir, içindeki herkes.. onların deneyi. Anılarımızı istedikleri gibi karıştırıp eşleştiriyorlar, bizi biricik yapanın ne olduğunu bulmaya çalışıyorlar. Adamın biri bir gün dedektif oluyor, ertesi gün bambaşka biri. Mesela bir katil incelemek istediklerinde, yurttaşlardan birine yeni bir kimlik veriyorlar. Ona bir aile, arkadaşlar, bütün bir geçmiş ayarlıyorlar... hatta kayıp bir cüzdan. Sonra sonuçları gözlemliyorlar. Bir katilin geçmişi verilen bir adam o yolda mı devam edecek? Yoksa bizler aslında anılarımızın toplamından fazlası mıyız?
Alex Proyas, Dark City, 1998
Ütopya ufuk çizgisinde duruyor. Ona iki adım yaklaştığımda, iki adım geri çekiliyor. Eğer on adım ilerlersem, hemen on adım öne geçiyor. Ne kadar uzağa gidersem gideyim ona erişemiyorum. Peki o zaman ütopyanın amacı ne? Amacı şu: Bizi harekete geçiriyor.
Eduardo Galeano, Occupy this book
Eduardo Galeano, Occupy this book