Muhafazakarlık doğru ve gerçek olanı korumanın adı değil,
bilakis genel ve yaygın olanı korumanın adıdır: bir tür garanticilik... riske
girmeme... evet bir tür herkesleşme...
Cihanı baş aşağı seyrediş bir hoş temaşadır!
-Namık Kemal
Ey Fuzuli daima devran muhaliftir sana
Galiba erbab-ı istidadı devran istemez.
"Sus ki sıra sana da gelsin!" diye yazmıştım.
Susmayı söze yeğlememin nedeni, şöyle böyle sözü olanın değil, söz söylemeye
ehil olanın sözü söylemesi gerektiğine inandığımdandı.
Susuvermek karşı tarafı da susturur. Susmayı sadece kendiniz
için değil, karşı taraf için de mümkün kılmak istiyorsanız susuvermelisiniz.
Suali anlamayan cevabı da anlamaz.
"Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş."
- Niyazi Mısri
Gerçek sorular cevaplarını davet etmezler; evlerini
yabancılara açmazlar. Unutmayın gerçek soru cevabı dışarıdan davet etmez;
bilakis onu içinden çıkarır.
Söz'ün (kelam) esas itibariyle üç unsurdan (lafız, mana,
nazm) oluştuğu malumdu ve lafız sadece mananın taşıyıcısıydı; yani lafz olmaksızın
mana bir yerde duramazdı; onu saklayan, onu muhafaza eden mahfaza sadece
lafızdı.
Uyarılar kar etmediğinde, söylenenler bir işe yaramadığında,
kişinin muhatabını kendince doğru yola getirmek için başvuracağı yöntem, sadece
hakikatin kendisine işaret etmekten başkası olamaz.
"Biz de gençken bu tür şeylere inanırdık" yollu
palavralarına kanmamalı; aksine onlardan halihazırda zevk aldıkları numaranın
ne olduğu sorulmalı.
Size bir Latin atasözü: "Hiç kimse sonradan dalalete
düşmez!"
Siyasi fikirler -tabiatı gereği- sabit değildir, değişir,
bugün bunlar, yarın şunlar uygundur. Bugünün doğrusu, yarının yanlışı olabilir,
olmaktadır da. Peki ya inanma kabiliyeti? El kaldırma, dur deme isteği?
Düşünmek, anlamak ve açıklamak arzusu?
Yoldan çıkanların kısa bir süre sonra yol kesici olması ne
de acı!
Hareketin en mükemmeli dairevi olanıdır. Çünkü başladığın
yere dönmeni sağlayabilecek (yani amacı olan) yegane hareket tarzı dairevi
olanıdır. Doğrusal harekette gideceğin, hatta duracağın yer bile belli
değildir; gidersin ve dönemezsin. Oysa eve dönemedikten sonra yola çıkmanın ne
anlamı var?
Mesele sahibi olmak, dava ve iddia sahibi olmakla
eşdeğerdir. Mesele sözcüğü, Arapça istemek(seele) fiilinden türemiştir. Bu kök
anlamının geride kalıp sözcüğün dinlenmek ve soru sormak manaları kazanmasının
nedeni, ilkinde para, yiyecek vs., ikincisinde ise cevap istendiğinden
dolayıdır. Nitekim sail soran/isteyen(=dilenci); mesul kendisinden sorulan/
istenen; sual ise soru/istek anlamına gelirken, mesele de kendisine
sorulan/istenen şey(=cevap) demektir.
Üç kuşak vardır daima: Birinci Tanrı'yı bulur; ikinci
Tanrı'nın üstüne daracık tapınaklar kurar ve onu zincire vurur; yoksul düşen
üçüncüyse, kendi zavallı kulübeciklerini kurmak için taşlar taşır Tanrı'nın
evinden. Derken Tanrı'yı yeniden araması gereken gelir.
Seslerin tenasübünde melodiyi, kelimelerin tenasübünde
nazmı, eşya'nın tenasibinde nizamı, sayıların tensübünde ispatı, boyutların
nisbetinde güzeli arayanların aradığı türden bir nisbetler yumağında arazları
temaşa etmeyi marifet bilenlerin işi gerçekten de zor!
Dil düşünce için evvelemirde bir imkan, bir vasat ve en
nihayet bir vasıta.
Düşünceyle, düşüncelerle belleğimizi doldurmak yerine,
düşünmenin kendisi hakkında (bizatihi) düşüneceğimiz günler de gelecek mi?
Düşünce suçu işleyenlerin düşündükleri(şeyler) adına mı, düşünme adına mı suç
işledikleri hususunda karar veremezken zihnim, cogito ergo sum gibi vecizelerin
sırr u esrarına vüsulün yollarını daha ne kadar arayacağım ve çarmıhta gerili
halde iken ruhumun semavata ref’ini daha kaç asır bekleyeceğim?
Düşünce ile dil arasındaki mesafe sanıldığından uzundur;
düşünmenin, duymanın, hissetmenin eserleri sözün kalıpları içine dökülmek
istendiğinde dil onu bütün çıplaklığıyla dışarıya çıkarmaz; oradan buradan
topladığı giysilerle üzerlerini örtmeye çalışır; kendi kurallarını kendi
olmazlarını dayatmak ister.
Düşünme sükunete ve sessizliğe ihtiyaç duyar; zira bilmeli
ki ancak sessiz kaldıkça, kalabildikçe kişi özünün kendisinden talep
ettiklerini gerçekleştirebilir.
Sessiz bir ortamda olmakla sessiz kalmak arasındaki farkı
görmeyi beceremiyorlar.
Düşünme özünü sözcüklerde ele vermez; dilin ülkesinde
bütünüyle açılıp saçılmayı beceremez; bilakis bir kez dilin ülkesine ayak
basmaya görsün, sözcüklerin arkasında saklanmaktan başka seçeneği kalmaz.
Görünürken görünmez hale gelmeyi başarır. Kalabalıkların arasına karıştığında
düşünce düşlenebilir sadece. Evet, kalabalıkların içine düşünce ‘düşünce’
düşlenebilir.
Doğru bir yorumlama, hiçbir zaman metni yazarının
anladığından daha iyi anlamaz. Doğru bir yorumlama, bu metni elbette başka
türlü anlar. Ancak bu başka yorumlanan metin üzerinde düşünmede ‘aynı’ ile
buluşan bir ‘başka’ olmalıdır.
Buz tabakasının inceliği, inceliğinin fakına varıldıkça
arttığı gibi; üzerinde dolaşanların ağırlıkları da onlar durdukları müddetçe
artar. Farkına varılmadığı takdirde - ne mutlu kendilerine ki çoğu insan bunun
farkında değil – üzerine basılan zemin mea’l-memnuniye o koca kalabalıkları
sırtında taşır; hatta bunu bir görev addeder. Farkına varılırsa şayet , hemen
büyü bozulur ve böylelikle tabakanın incelme süreci başlamış olur. Lakin oyun
asla burada ve bu biçimde sona ermez. İkinci kural şudur: Siz inceliğinin
farkına varmış olsanız bile, durmamak, soluklanmamak becerisini
gösterebilirseniz şayet, üzerinde dolaştığınız zemin sizi kolay kolay sinesine
almaz, alamaz; yorulmanızı, yani sizin kendiliğinizden durmanızı bekler. Bu
takdirde ağırlığınız artacağından, o sizi içine çekmiş olmaz; bilakis siz
kendinizi onun kucağına atmış olursunuz.
“Mutluluk nedir?” sualine verilen cevapların en ikna edici
olanlarından biri, kişinin kendi kendisiyle uyum içinde olmasıymış. Çünkü kişi,
çevresiyle uyum içinde olmasa dahi, sadece kendi kendisiyle uyum halinde olduğu
takdirde mutlu olabilirmiş.
Neden korkayım benzemekle bir kahramana
Neden benzemekle bir şaire sözümün düşsün değeri
Aynada beliren yüz kendi yüzüm
Sesimin rengi hangi renge benzer ki
Korkayım ve saklayayım kılıncımı
Ben olmaktan başka deneyebileceğim bir şey yok
Kendi mezarımdan başka hangi mezar kabullenır ki beni
İnsanoğlunun yapıp etmeleri arasında kendisini en şaşırtan
davranışların neler olduğu sorulduğunda Platon demiş ki: Çocukluktan sıkılırlar
ve büyümek için acele ederler ve fakat sonra çocukluklarını özlerler. Para
kazanmak için sağlıklarını yitirirler, ama sağlıklarını geri almak için de para
öderler. Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. Sonuçta ne bugünü, ne
de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar, ancak hiç yaşamamış gibi
ölürler.
Yeryüzünde insanoğlunun sürekli ızdırab duygusu içinde
yaşamasının bir tek nedeni var: mülkiyet.
Acılarımız da buradan kaynaklanıyor:
1)sahip olamazsak
2)sahip olduklarımızı koruyamaz da kaybedersek.
Her iki halde de insanoğlu şeylerin kendisi için var
olmasına sevinmekte, yokluğuna ve/veya yok olmasına yerinmektedir.
Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın. Yapılması gereken
tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır. Önemli olan hayatta “en çok
şey”e sahip olmak değil, “en az şey”e ihtiyaç duymaktır.
Rivayete göre Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri Hz.Mevlana’ya
bir elçi gönderip haline telmihen demiş ki:
Hakikati hala bulamadıysan niçin kalkıp aramıyorsun? Yok
eğer onu bulduysan niçin bağırıp çağırıyorsun?
Hz. Mevlana da elçiden Hacı Bektaş-ı Veli’ye şu cevabı
götürmesini istemiş:
Hakikati hala bulamadıysan niçin kalkıp aramıyorsun? Yok
eğer onu bulduysan niçin bağırıp çağırmıyorsun?
Dücane Cündioğlu