Gördüklerinin yalnızca yarısına inan, duyduklarının ise hiçbirine inanma.
Edgar Allan Poe
Yalancılar her zaman vardı, ama eskiden yalanlar tereddütle, bir parça endişeyle, biraz suçluluk duygusu ve utançla, en azından mahcubiyetle söylenirdi. Şimdi çok zeki insanlar olduğumuzdan hakikati tarif etmek için birtakım gerekçeler buluyoruz ki suçluluk duymadan gerçekleri örtbas edebilelim. Ben buna hakikat sonrası (post-truth) diyorum. Hakikat sonrası dönemde yaşıyoruz. Bu fenomen varlığını etik bir alacakaranlık kuşağında sürdürüyor. Kendimizi yalancı gibi görmeden gerçekleri örtbas etmemize izin veriyor. Davranışlarımız değerlerimizle çatıştığında, genellikle değerlerimizi yeniden biçimlendiriyoruz.
Ralph Keyes
İnsanoğlunu anlamak hiç kolay değil: Ne kadar saçma bir şey olursa olsun, duyduğunu gider ille de bir başkasına anlatır, hem de salt "ne yalanlar uyduruyor şu insanlar" demek için. O bir başkası da daha sonra "haklısın bayağının bayağısı bir yalan, dinlemeye bile değmez demek için kulağını ötekinin ağzına yapıştırır, hemen ardından da o bayağı yalanı anlatmak için bir üçüncüyü arar, sonra da o ikisi birlikte asil bir öfkeyle, "ne bayağı yalanlar uyduruyor şu insanlar" diye gürlerler. Ve böyle böyle bütün kenti dolanır bu yalan, herkes bıkıp usanmadan bu yalanı konuşur, ardından da bunun üzerinde tek kelime edilmeye değmeyecek bayağının bayağısı bir yalan olduğunu söylerler.
N.V. Gogol, Ölü Canlar
Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru ise yalnızdır.
Yaşar Kemal
Son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir, o güven ki insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiçbir kez, bunu yapanlar yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü kendilerine güveniyorlardı. Çünkü soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz.
Albert Camus, Korku Çağı
Kendinizi ne kadar sağlam kandırırsanız, başkalarını ikna etme olasılığınız da o kadar artar; başkalarını ikna ettikçe de kendinizi daha rahat kandırırsınız.Görüldüğü üzere yalan iç içe geçmiş iki çarkı olan bir mekanizmadır. İç çark yani kendinize söylediğiniz yalanlar dış çark yani başkalarına söylediğiniz yalanların düzgün bir şekilde işlemesini sağlar(ve tam tersi). Dışarıdan bir müdahale gelmediği sürece bu mekanizma sorunsuz çalışır. Psikolog ve psikiyatrlar bu mekanizmanın en büyük düşmanlarıdır. Ellerinde bir çomakla pusuda bekler ve ilk fırsatta mutluluk mekanizmanızın çarklarına sokarlar. "Kendinize karşı dürüst olun! Kendinizle yüzleşin!" derler.
Özde Duygu Gürkan
Çok fazla yalan söylendiğini ve daha az yalan söylense hepimiz için iyi olacağını yadsımıyorum ama her mantıklı insan gibi ben de yalanın hiçbir zaman söylenmeyeceği düşüncesinde değilim. Kırlarda yaptığım bir gezinti sırasında, bitkin düşmüş ama hala koşmaya çalışan bir tilki gördüm. Bir kaç dakika sonra da avcılarla karşılaştım. Bana tilkiyi görüp görmediğimi sordular, gördüğümü söyledim. Ne yana gittiğini sorduklarında ise yanlış yönü gösterdim. Benim düşünceme göre doğru yönü gösterseydim iyi bir insan olmayacaktım.
Bertrand Russell, Mutlu Olma Sanatı
Yalan esnektir, hakikat ise kaskatı. Dolayısıyla hakikat değiştirilemezken -ancak ortadan kaldırılabilir- yalan, hakikatten daha inandırıcı ve tatmin edici olana dek şekilllendirilebilir. Yalanın hakikat karşısında sık sık zafer kazanmasının nedeni işte bu plastik niteliğinde, yani olguların sunduğundan daha fazla tutarlılık ve kesinlik içerecek şekilde eğilip bükülebilmesinde yatar....Örgütlü yalanla sürekli karşı karşıya olan, olguların her an yok sayıldığına, tarih kitaplarının durmadan değiştirildiğine tanıklık eden insanlar bir yerden sonra hakikat ne denli apaçık olsa da onun varlığını kesinlikle inkar etme tutumunda kendini gösteren sinik, her şeyden şüphe eden tavra girerler.....Kasıtlı yalanlar bir zamanlar dış düşmana yönelik olarak imal edilirken artık örgütlü yalanın muhatabı biziz, ve bu da totalitarizm tehlikesinin geçmişte ya da uzakta değil, yanı başımızda olduğunun bir başka göstergesi.
Fatmagül Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek
Size yalan söylenmesinin en kötü yanı hakikate layık olmadığınızı bilmektir.
Jean Paul Sartre
Yalan söylemenin en kurnazca yolu, gerçeği doğru zamanda ve doğru miktarda söyleyip ardından çeneni kapatmaktır.
Robert A. Heinlein
Yalancının cezası, kimsenin ona inanmaması değil asıl onun kimseye inanmamasıdır.
Bernard Shaw
İnsanların en zayıf tarafları,sormadan, araştırmadan, düşünmeden kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.
Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan
Hoşumuza giden yalanları avuç dolusu yutarız da, acı gerçekleri yudum yudum içeriz.
Denis Diderot
Karşılaşabileceğiniz istatistıksel verilerin hepsi kimyasal analizin veya bir deneycinin laboratuvarında olup bitenlerın kesinliğiyle test edilemez. Ama önümüzdeki veriyi beş basit soruyla dürtebilir ve bunların cevaplarını bularak aslında doğru olmayan bir sürü şey öğrenmekten kaçınabilirsiniz.
Kim demiş?
Nerden biliyor?
Eksik olan ne?
Biri konuyu değiştirdi mi?
Bu söylenen mantıklı mı?
Darrell Huff, İstatistik ile nasıl yalan söylenir?
İnsan kendisi hakkında bilinmesini istemediği tek bir hakikatin söylenmesindense yüz yalan söylenmesini tercih eder.
Samuel Johnson
Beyaz yalanlar söylemenin hoş görülebileceğini düşünenler kısa süre sonra renk körü olur.
Austin O'Malley
Palavra atmakta başarılıysanız, bu sadece kendinizden zeki insanlarla pek vakit geçirmediğiniz anlamına gelir.
Neil deGrasse Tyson
Dürüstlüğün azı tehlikeli, fazlasıysa ölümcüldür.
Oscar Wilde
Yalan söylemek zorunda kaldığınız insanlar sizin sahibinizdir artık.
Michael Ventura
Çocuklar anlattığında uyduruyor, doğruyu söylemiyor ya da yalan söylüyor denir. Büyükler doğru olmayan şeyleri şiir, roman, film şeklinde anlatmanın yolunu bulmuşlardır. Böylece yalancı durumuna düşmeden yalan söyleyebilirler. Çocuklar henüz bu yolları keşfedemedikleri için genellikle yakayı ele verirler. Anne babalar çocuğum niye yalan söylüyor diye endişeye kapılır. Aslında bazen belki de çocukları yalan değil sadece bir şiir ya da hikaye söylemektedir.
Nilüfer Erdem
20181215
20181201
En güzel günlerimin
üç mel’un adamı var:
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
en güzel günlerimin bu üç mel’un adamını
yer yer tırnaklarımla kazıdım
hatıralarımın camını..
En güzel günlerimin
üç mel’un adamı var:
Biri sensin,
biri o,
biri ötekisi..
Düşmanımdır ikisi..
Sana gelince...
Yazıyorsun..
Okuyorum..
Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,
insanın
bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..
Ne yazık!..
Ne kadar
beraber geçmiş günlerimiz var;
senin
ve benim
en güzel günlerimiz..
Kalbimin kanıyla götüreceğim
ebediyete
ben o günleri..
Sana gelince, sen o günleri -
kendi oğluyla yatan,
kızlarının körpe etini satan
bir ana gibi satıyorsun!.
Satıyorsun:
günde on kaat,
bir çift rugan pabuç,
sıcak bir döşek
ve üç yüz papellik rahat
için...
En güzel günlerimin
üç mel’un adamı var:
Biri sensin,
Biri o,
biri ötekisi...
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...
Sana gelince...
Ne ben Sezarım,
Ne de sen Brütüssün...
Ne ben sana kızarım
ne de zatın zahmet edip bana küssün..
Artık seninle biz,
düşman bile değiliz..
Nazım Hikmet Ran
20181129
Halil Cibran, Ermiş'ten
Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte sizin değildirler,
Onlar kendini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızlarıdırlar.
Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden değildirler.
Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların vücutlarını barındırabilirsiniz ama canlarını asla.
Çünkü onların canları geleceğin sarayında oturur
ve sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.
Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz
ama onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç.
Çünkü Hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.
Sizler, evlatların birer canlı ok gibi fırlatıldıkları yaylarsınız.
Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine hedef edinmiştir
ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için Kendi gücüyle sizleri gerer.
Yayı gerenin elinde seve seve bükülün.
Çünkü oku atan o güç,
uzaklaşan okları sevdiği kadar elindeki sağlam yayı da sever.
Onlar kendini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızlarıdırlar.
Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden değildirler.
Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların vücutlarını barındırabilirsiniz ama canlarını asla.
Çünkü onların canları geleceğin sarayında oturur
ve sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.
Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz
ama onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç.
Çünkü Hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.
Sizler, evlatların birer canlı ok gibi fırlatıldıkları yaylarsınız.
Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine hedef edinmiştir
ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için Kendi gücüyle sizleri gerer.
Yayı gerenin elinde seve seve bükülün.
Çünkü oku atan o güç,
uzaklaşan okları sevdiği kadar elindeki sağlam yayı da sever.
20181126
Dövüşeceksen, aslanla dövüş,
Aslan kavgadan kaçmaz,
Dalaşacaksan, bir kurtla dalaş,
Saldıracaksa saldırır, çekinmez,
Dağlarda kartala meydan oku,
Kanatlarını gizleyemez,
Akreple bile uğraşabilirsin,
Zehri görünmese de, iğnesi görünür,
Ama bir yılanla savaşma,
Çünkü yılan kuytuda bekler, göremezsin,
Zehri ağzındadır, sokmadan bilemezsin.
Güreşeceksen, bir ayıyla güreş,
Onun güreşi hilesizdir, oyun bilmez,
Düşman arıyorsan, tilki gibi olsun,
Onun silahı zekâsıdır,
Ama bir çakalla savaşma,
Çünkü çakal sessiz gelir, göremezsin,
Mertçe savaşmaz, yenemezsin,
Bunların hepsi etrafında dolaşır,
Tanıdıklarının yüzüne iyi bak, anlarsın,
Ve unutma, yılan leylekten,
Çakal değnekten korkar,
Ya sen de bu ikisinden korkuyorsundur,
Ya da bu ikisi senden…
Ahrazi
Aslan kavgadan kaçmaz,
Dalaşacaksan, bir kurtla dalaş,
Saldıracaksa saldırır, çekinmez,
Dağlarda kartala meydan oku,
Kanatlarını gizleyemez,
Akreple bile uğraşabilirsin,
Zehri görünmese de, iğnesi görünür,
Ama bir yılanla savaşma,
Çünkü yılan kuytuda bekler, göremezsin,
Zehri ağzındadır, sokmadan bilemezsin.
Güreşeceksen, bir ayıyla güreş,
Onun güreşi hilesizdir, oyun bilmez,
Düşman arıyorsan, tilki gibi olsun,
Onun silahı zekâsıdır,
Ama bir çakalla savaşma,
Çünkü çakal sessiz gelir, göremezsin,
Mertçe savaşmaz, yenemezsin,
Bunların hepsi etrafında dolaşır,
Tanıdıklarının yüzüne iyi bak, anlarsın,
Ve unutma, yılan leylekten,
Çakal değnekten korkar,
Ya sen de bu ikisinden korkuyorsundur,
Ya da bu ikisi senden…
Ahrazi
20181013
Hayyam'dan Dörtlükler
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışsın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?
---
Varlığın sırları saklı senden, benden;
Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben.
Bizimki perde arkasında dedikodu
Bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben.
---
Sevgili seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?
---
Öldürmek de yaşatmak da senin işin;
Bu dünyayı gönlünce düzenleyen sensin.
Ben kötüyüm diyelim, kimde kabahat?
Beni böyle yaratan sen değil misin?
---
Ey güzel, sen ki bana derdi derman edensin;
Şimdi çekil önümden diye ferman edersin
Senin yüzün canımın kıblesi olmuş bir kez,
Ne yapsın, kıble mi değiştirsin bu can dersin?
---
Dün özledim de seni coştum birden bire,
Çıktım senin yerin dedikleri göklere.
Bir ses yükseldi ta yukarıda, yıldızlardan;
Gafil dedi; bizde sandığın Tanrı sende!
---
Ha Belh'te ölmüşsün, Ha Bağdat'ta hepsi bir;
Kadeh doldu mu acı olsa da içilir.
Keyfine bak; çok aylar doğmuş batmış sensiz;
Sensiz daha çok ayların on dördü gelir.
---
Bu zamanda az dostun olsun, daha iyi.
Herkesle uzaktan hoş beş edip geçmeli.
Can gözünü açınca görüyor ki insan
En büyük düşmanıymış en çok güvendiği.
---
Feleği döndürebilir misin muradınca?
Ne çıkar gök yedi kat değil sekiz katsa?
Er geç toprağa karışıp gidecek gövdeni
Ha ovada kurt yemiş, ha mezarda karınca.
---
Sevgilim, ömrü derdim gibi bitmeyesi,
Bu sabah bütün cömertliği üstündeydi.
Bir göz atıverdi bana geçip giderken:
İyilik et denize at mı demek istedi?
---
Ben içerim, ama sarhoşluk etmem:
Kadehten başka şeye el uzatmam.
Şaraba taparmışım evet taparım:
Ama senin gibi kendime tapmam
---
Bir put demiş ki kendine tapana:
Bilir misin niçin taparsın bana?
Sen kendi güzelliğine vurgunsun:
Ben ayna tutar gibiyim sana.
---
Aşk bir beladır, ama Tanrıdan gelme;
Halk neden karşı koyar Tanrı emrine?
Bize her şeyi yaptıran kendi madem,
Kulu sorguya çekmenin alemi ne?
---
Tepemizde dönüp duran gökler
Büyücünün fanusu gibidirler:
Güneş bu fanus içinde lamba
Biz de gelip geçen görüntüler.
---
Yüzümde pırıl pırıl sevinç gördüğün gün,
Nice konakları yıkılmıştır gönlümün.
Dalgıçsan dal gözlerimin denizine bak;
Dibinde mahzun bir deniz kızı görürsün.
---
Gönül dedi: Ben neyim ki, bir damla sadece;
Ben nerede, görmediğim koca deniz nerede!
Böyle diyen gönül denize kavuşunca
Baktı kendinden başka şey yok görünürde.
---
Hem aklın mutluluk peşinde senin,
Hem söylerim, söylerim dinlemezsin;
Aldığın her nefesin kadrini bil
Ot değilsin ki kesildikçe bitesin.
---
Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.
---
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte.
---
Senden benden önce de vardı bu gün bu gece
Felek dönüp durmadaydı hep bu gördüğünce
Usulca bas toprağa, çünkü bastığın yer
Bir güzelin gözbebeğiydi beş on yıl önce.
---
Bulut geçti, göz yaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.
---
Akılla bir konuşmam oldu dün gece;
Sana soracaklarım var dedim;
Sen ki her bilginin temelisin,
Bana yol göstermelisin.
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.
Nedir; dedim bu yaşamak?
Bir düş, dedi; birkaç görüntü.
Evi barkı olmak nedir? dedim;
Biraz keyfetmek için
Yıllar yılı dert çekmek, dedi.
Bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;
Kurt, köpek, çakal makal dedi.
Ne dersin bu adamlara, dedim;
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
Benim bu deli gönlüm, dedim;
Ne zaman akıllanacak?
Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
Hayyam'ın bu sözlerine ne dersin, dedim;
Dizmiş alt alta sözleri,
Hoşbeş etmiş derim, dedi.
Ne yapacağımı da yazmışsın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?
---
Varlığın sırları saklı senden, benden;
Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben.
Bizimki perde arkasında dedikodu
Bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben.
---
Sevgili seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?
---
Öldürmek de yaşatmak da senin işin;
Bu dünyayı gönlünce düzenleyen sensin.
Ben kötüyüm diyelim, kimde kabahat?
Beni böyle yaratan sen değil misin?
---
Ey güzel, sen ki bana derdi derman edensin;
Şimdi çekil önümden diye ferman edersin
Senin yüzün canımın kıblesi olmuş bir kez,
Ne yapsın, kıble mi değiştirsin bu can dersin?
---
Dün özledim de seni coştum birden bire,
Çıktım senin yerin dedikleri göklere.
Bir ses yükseldi ta yukarıda, yıldızlardan;
Gafil dedi; bizde sandığın Tanrı sende!
---
Ha Belh'te ölmüşsün, Ha Bağdat'ta hepsi bir;
Kadeh doldu mu acı olsa da içilir.
Keyfine bak; çok aylar doğmuş batmış sensiz;
Sensiz daha çok ayların on dördü gelir.
---
Bu zamanda az dostun olsun, daha iyi.
Herkesle uzaktan hoş beş edip geçmeli.
Can gözünü açınca görüyor ki insan
En büyük düşmanıymış en çok güvendiği.
---
Feleği döndürebilir misin muradınca?
Ne çıkar gök yedi kat değil sekiz katsa?
Er geç toprağa karışıp gidecek gövdeni
Ha ovada kurt yemiş, ha mezarda karınca.
---
Sevgilim, ömrü derdim gibi bitmeyesi,
Bu sabah bütün cömertliği üstündeydi.
Bir göz atıverdi bana geçip giderken:
İyilik et denize at mı demek istedi?
---
Ben içerim, ama sarhoşluk etmem:
Kadehten başka şeye el uzatmam.
Şaraba taparmışım evet taparım:
Ama senin gibi kendime tapmam
---
Bir put demiş ki kendine tapana:
Bilir misin niçin taparsın bana?
Sen kendi güzelliğine vurgunsun:
Ben ayna tutar gibiyim sana.
---
Aşk bir beladır, ama Tanrıdan gelme;
Halk neden karşı koyar Tanrı emrine?
Bize her şeyi yaptıran kendi madem,
Kulu sorguya çekmenin alemi ne?
---
Tepemizde dönüp duran gökler
Büyücünün fanusu gibidirler:
Güneş bu fanus içinde lamba
Biz de gelip geçen görüntüler.
---
Yüzümde pırıl pırıl sevinç gördüğün gün,
Nice konakları yıkılmıştır gönlümün.
Dalgıçsan dal gözlerimin denizine bak;
Dibinde mahzun bir deniz kızı görürsün.
---
Gönül dedi: Ben neyim ki, bir damla sadece;
Ben nerede, görmediğim koca deniz nerede!
Böyle diyen gönül denize kavuşunca
Baktı kendinden başka şey yok görünürde.
---
Hem aklın mutluluk peşinde senin,
Hem söylerim, söylerim dinlemezsin;
Aldığın her nefesin kadrini bil
Ot değilsin ki kesildikçe bitesin.
---
Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.
---
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte.
---
Senden benden önce de vardı bu gün bu gece
Felek dönüp durmadaydı hep bu gördüğünce
Usulca bas toprağa, çünkü bastığın yer
Bir güzelin gözbebeğiydi beş on yıl önce.
---
Bulut geçti, göz yaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.
---
Akılla bir konuşmam oldu dün gece;
Sana soracaklarım var dedim;
Sen ki her bilginin temelisin,
Bana yol göstermelisin.
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.
Nedir; dedim bu yaşamak?
Bir düş, dedi; birkaç görüntü.
Evi barkı olmak nedir? dedim;
Biraz keyfetmek için
Yıllar yılı dert çekmek, dedi.
Bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;
Kurt, köpek, çakal makal dedi.
Ne dersin bu adamlara, dedim;
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
Benim bu deli gönlüm, dedim;
Ne zaman akıllanacak?
Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
Hayyam'ın bu sözlerine ne dersin, dedim;
Dizmiş alt alta sözleri,
Hoşbeş etmiş derim, dedi.
20180911
"...ne yapıyor bu insanlar? pollice verso; yani baş parmaklar aşağı. kime yapıyorlar peki? gladyatöre. neden? bu adamı öldürsün diye...
yani kimin ölüp kimin yaşayacağına kalabalık karar vermeli. kalabalık karar verecek ki, karar meşru olsun. ve bu insanlar da vicdan azabı çekmesin. ne de olsa cinayete azmettirmek bu. bir suç, ama böyle olunca hepsi birbirine atabiliyor. ve ortada suç diye bir şey kalmıyor. aslında bu tablo bize diyor ki; eğer bir suç işlemek istiyorsan ama suçlanmak istemiyorsan, tek yapman gereken etrafına bir kalabalık toplamak. çünkü bir suçu yeterince büyük bir kalabalıkla birlikte işlersen, o artık suç değildir. "
Şahsiyet
yani kimin ölüp kimin yaşayacağına kalabalık karar vermeli. kalabalık karar verecek ki, karar meşru olsun. ve bu insanlar da vicdan azabı çekmesin. ne de olsa cinayete azmettirmek bu. bir suç, ama böyle olunca hepsi birbirine atabiliyor. ve ortada suç diye bir şey kalmıyor. aslında bu tablo bize diyor ki; eğer bir suç işlemek istiyorsan ama suçlanmak istemiyorsan, tek yapman gereken etrafına bir kalabalık toplamak. çünkü bir suçu yeterince büyük bir kalabalıkla birlikte işlersen, o artık suç değildir. "
Şahsiyet
20180910
Gündüz Yarasaları
Neyiz ki biz? İlk ışınlar görününce güneşin,I.
Kaparız tepenin gözkapaklarını -
Çam değiliz ki, kollarımız açık,
Ürpererek karşılayalım donuk ışığı.
Gölgeler kısalınca çıkarız ortaya,
Açıklıktır, aydınlıktır aradığımız,
Parlaklıkta bulur gücünü görüşümüz.
Tanımayız alacakaranlığı delen,
Tepelerin arasından seçen bakışı, -
Kör olmuş ışıktan gözlerimiz,
Gündüz yarasalarıyız biz.
II.
Geceyi düşleriz gündüzken,
Geceyken de gündüzü -
Yitirebileceklerimiz yitiktir
Onlardan uzaktayken - ama
Özleriz, döneriz yeniden
Yitirmeden
Yitirebileceklerimizi
Yitiremediklerimize,
Yitirebilirdik, deriz;
Ama yalnızca bir fiil çekimi bu -
Tutsaklıklara bağlamışız özgürlüğümüzü.
Gündüz yarasalarıyız biz.
Sağlamdır düşünce temellerimiz,III.
Ama altlarında kist vardır, sonra kum -
Dururuz gerçi, sapasağlam, kalın
Taştan duvarlarımızla, dimdik
Ayakta; ama biraz su, bir sızıntı
Kaydırır temellerimizi hemen
Duyarız yerçekimini hemen,
Titreriz. Sımsıkı, gergin
Bağlar vardır
Düşüncelerimizi ayakta tutan, ama,
Ya temelsizse temeli
Bütün bu bağları
Bağlayan
Bağın?
Bağlantısızca bağlarız bağlarımızı.
Gündüz yarasalarıyız biz.
Yapacaklarımız vardır kocaman,IV.
Kocaman başarılar, yüce çağrılar; ama,
Tutmadığımız bir eldedir aklımız,
Bir son selamda, biz aceledeyken gönderilen -
Nedir ki acelemiz, niyedir ki?
Camın boşluğunu arayan kocaman
Pervaneler gibi, kanat çırpan
Işığa ulaşmak için
Çırpınan, camı kıracakmış gibi -
Düşmanımızdır oysa ışık bizim,
Kanatlarımızı yakan, kavuran -
Aradığımız -ışıkta- nedir ki?
Işıktan gelir ölümümüz.
Gündüz yarasalarıyız biz.
Hep bir dimdik, dümdüz dürüstlüktür duyduğumuz,V.
Ama bir kuşku kurdu kıvır kıvır kemirir köklerimiz -
Nasıl da kolaydır yalanlarımız, uydurmalarımız,
Nasıl da rahat. İç sızlaması nedir bilmeyiz;
Başedilmez gerekçelerimiz hazırdır çünkü hep-
Kozasında mışıl mışıl kanat takınır tırtılımız,
Sindire sindire yapraklarımızda açtığı delikleri.
Övünürüz delik deşik, bölük pörçük
Yeşilliğimizle -yenmiş bitmiştir oysa
Büyüme noktalarımız, su çekmez artık
Kök uçlarımız, dökülüp gitmiştir
Taç yapraklarımız artık,
Nasıl da yabancı topraktan baş uzatmış taze fide bize.
Gündüz yarasalarıyız biz.
Bir görsek andığımız yüzü,VI.
Tanır mıyız? -Tanır mıyız
Sevdiğimizi, bilir miyiz neydi-
Sevdik mi, seviyor muyuz?
Yürüyüşü, saçının dökülüşü-
Anımsar mıyız, anımsıyor muyuz?
Bir anıdan başka nedir ki sevgimiz?
Gündüz yarasalarıyız biz.
VII.
Koy başını omzuma yine.
Aldırma, söylenmeden kalsın
Düşünülmedikler, bilinmedikler -bırak
Unutulsun geridekiler, özlensin ileridekiler -bırak
Yansısın camda donuk ışık, usulca ışıldarken
Sabah, aydınlanırken uçup geçen yeşillik.
Gel -uyuyalım güneş görününce,
Aşınca tepeyi göz kamaştırıcı ışık.
Uyanacağız nasılsa, dikelmeden ışınlar,
Dümdüz, aklaştırıcı olacak yeniden bakışımız.
Ama şimdi -sanki sevdalı gibiyiz şimdi,
Sanki karanlıkta sezinledik aydınlığın başladığı yeri-
Şimdi kurduk sanki geceyi gündüzle,
Şimdi kuruttuk sanki gündüzü geceyle-
Aydınlığın karanlığında görür gözlerimiz.
Gündüz yarasalarıyız biz.
Oruç Aruoba
20180214
Metis 2017 - Hiçbir Yerden
Yeni bir yerleşimin kurucuları, başlangıçta insan erdem ve mutluluğuna dair nasıl bir ütopya tasavvur ederlerse etsinler, bakir toprağın bir kısmını mezarlık diğer bir kısmını da hapishane alanı olarak tahsis etmeyi öncelikli pratik ihtiyaçlarından biri saymışlardır.
Nathaniel Hawthorne, Kızıl Damga
Günümüz insanları, karınlarını tıkabasa doyurdukları zaman tıpkı bir milyon yıl önce yaşamış atalarına benziyorlar: Başlarının fena halde dertte olduğunu idrak etmekte gecikiyorlar. Bu durum genellikle köpekbalıklarına ve balinalara karşı tetikte durmayı unuttukları zaman yaşanıyor. Bir milyon yıl önce bu iyice trajik bir kusurdu; çünkü gezegenin durumu hakkında en iyi bilgilendirilen, süregelen onca zaiyat ve yıkımı yavaşlatabilecek kadar zengin ve güçlü insanlar tanım itibariyle karnı tok kişilerdi. Dolayısıyla onlara soracak olursanız, işler her zaman gayet tıkırındaydı.
Kurt Vonnegut, Galapagos
Cornelius (maymunların kutsal metinlerinden okur): "İnsan hayvanından sakının, zira şeytanın piyonudur o. Tanrı'nın primatları arasında bir tek o, zevk için veya hırs ya da açgözlülük yüzünden öldürür. Fazla çoğalmasına izin vermeyin, yoksa kendi yuvasını ve sizinkini çöle çevirir. İnsandan uzak durun, zira ölümün habercisidir o."
F. J. Schaffner, Maymunlar Cehennemi, 1968
Liderlik işi bu toplumda doğal olarak paranoyaklara kalacaktır. Tabi maniklerin darbe yapmasını engellemekte zorlanacaklardır. Ama asıl sorun şu ki, paranoyakların ideolojiyi belirlediği bir toplumda egemen duygusal tema nefret olacaktır. Liderler kendileri dışındaki herkesten nefret edecek ve geri kalan herkesin de kendilerinden nefret ettiğini varsayacaklardır. Dolayısıyla tüm sözde dışişleri politikaları, onlara yönetilen bu varsayımsal nefretle savaşmanın mekanizmalarını inşa etmek üzerine kurulacaktır. Bu da tüm toplumun hayali bir mücadeleye çekilmesi, varolmayan düşmanlara karşı, hiçliğe karşı zafer kazanılması demektir.
Philip K. Dick, Alfa Ayının Kabileleri
Ajan Smith: Buradayken yaşadığım bir aydınlanmayı paylaşmak istiyorum. Sizin türünüzü sınıflandırmaya çalıştığım sırada oldu bu. Fark ettim ki, siz memeli değilsiniz. Bu gezegendeki her memeli, içgüdüsel olarak çevresiyle doğal bir denge durumu geliştiriyor, ama siz insanlar bunu yapmıyorsunuz. Bir bölgeye yerleşiyor ve çoğaldıkça çoğalıyorsunuz, ta ki bütün doğal kaynaklar tükenene ve hayatta kalmak için başka bir bölgeye gitmek zorunda kalana kadar. Bu gezegende aynı yolu takip eden bir organizma daha var. Ne, biliyor musun? Virüs. İnsanlar bu gezegenin hastalığı, kanseri.
Wachowski Kardeşler, Matrix, 1999
Nathaniel Hawthorne, Kızıl Damga
Günümüz insanları, karınlarını tıkabasa doyurdukları zaman tıpkı bir milyon yıl önce yaşamış atalarına benziyorlar: Başlarının fena halde dertte olduğunu idrak etmekte gecikiyorlar. Bu durum genellikle köpekbalıklarına ve balinalara karşı tetikte durmayı unuttukları zaman yaşanıyor. Bir milyon yıl önce bu iyice trajik bir kusurdu; çünkü gezegenin durumu hakkında en iyi bilgilendirilen, süregelen onca zaiyat ve yıkımı yavaşlatabilecek kadar zengin ve güçlü insanlar tanım itibariyle karnı tok kişilerdi. Dolayısıyla onlara soracak olursanız, işler her zaman gayet tıkırındaydı.
Kurt Vonnegut, Galapagos
Cornelius (maymunların kutsal metinlerinden okur): "İnsan hayvanından sakının, zira şeytanın piyonudur o. Tanrı'nın primatları arasında bir tek o, zevk için veya hırs ya da açgözlülük yüzünden öldürür. Fazla çoğalmasına izin vermeyin, yoksa kendi yuvasını ve sizinkini çöle çevirir. İnsandan uzak durun, zira ölümün habercisidir o."
F. J. Schaffner, Maymunlar Cehennemi, 1968
Liderlik işi bu toplumda doğal olarak paranoyaklara kalacaktır. Tabi maniklerin darbe yapmasını engellemekte zorlanacaklardır. Ama asıl sorun şu ki, paranoyakların ideolojiyi belirlediği bir toplumda egemen duygusal tema nefret olacaktır. Liderler kendileri dışındaki herkesten nefret edecek ve geri kalan herkesin de kendilerinden nefret ettiğini varsayacaklardır. Dolayısıyla tüm sözde dışişleri politikaları, onlara yönetilen bu varsayımsal nefretle savaşmanın mekanizmalarını inşa etmek üzerine kurulacaktır. Bu da tüm toplumun hayali bir mücadeleye çekilmesi, varolmayan düşmanlara karşı, hiçliğe karşı zafer kazanılması demektir.
Philip K. Dick, Alfa Ayının Kabileleri
Ajan Smith: Buradayken yaşadığım bir aydınlanmayı paylaşmak istiyorum. Sizin türünüzü sınıflandırmaya çalıştığım sırada oldu bu. Fark ettim ki, siz memeli değilsiniz. Bu gezegendeki her memeli, içgüdüsel olarak çevresiyle doğal bir denge durumu geliştiriyor, ama siz insanlar bunu yapmıyorsunuz. Bir bölgeye yerleşiyor ve çoğaldıkça çoğalıyorsunuz, ta ki bütün doğal kaynaklar tükenene ve hayatta kalmak için başka bir bölgeye gitmek zorunda kalana kadar. Bu gezegende aynı yolu takip eden bir organizma daha var. Ne, biliyor musun? Virüs. İnsanlar bu gezegenin hastalığı, kanseri.
Wachowski Kardeşler, Matrix, 1999
Birinci çağda tanrıları yarattık. Tahtadan oyduk onları, o zamanlar hala tahta diye bir şey vardı. Parıldayan metallerden işledik ve tapınakların duvarlarına resmettik. Birçok türden tanrılardı bunlar, tanrıçalar da vardı. Kimi zaman çok zalimdiler, kanımızı içtiler ama aynı zamanda bize yağmur ve güneş ışığı, elverişli rüzgarlar, iyi hasatlar, verimli hayvanlar ve birçok çocuk ihsan ettiler. O zamanlar tepemizden bir milyon kuş uçar, denizlerimizde bir milyon balık yüzerdi. Tanrılarımızın kafalarında boynuzlar, aylar, yüzgeçler ya da kartal gagaları vardı. Onlara 'her şeyi bilen' dedik, yetim olmadığımızı biliyorduk. Dünyayı kokladık ve içinde yuvarlandık, usaresi çenelerimizden aktı.
İkinci çağda parayı yarattık, parayı da parıldayan metallerden işledik. İki yüzü vardı, bir yüzünde kral ya da başka bir önemli şahsiyetin adı bulunuyordu, diğer yüzüne ise bize huzur verecek bir şey koyduk, bir kuş, bir balık ya da kürklü bir hayvan. Eski tanrılarımızdan kalanın hepsi buydu. Paranın ebadı küçüktü ve hepimiz her gün tenimize olabildiğince yakın duracak şekilde bir miktarını yanımızda taşırdık. Bu para yenmezdi, giyilmezdi, ısınmak için yakılmazdı ama sihirliymişçesine başka şeylerle takas edilebilirdi. Para esrarengizdi ve ona hayranlık duyuyorduk. Eğer yeterince paranız varsa uçabileceğiniz söylenirdi.
Üçüncü çağda para tanrılaştı. Gücü her şeye yetiyordu ve kontrolden çıkmıştı. Konuşmaya başladı. Kendi başına yaratmaya başladı. Ziyafetler ve kıtlıklar, neşeli şarkılar ve ağıtlar yarattı. Açgözlülüğü ve açlığı yarattı, bunlar paranın iki yüzüydü. Şerefine camdan kuleler yükseldi, yıkıldı ve tekrar yükseldi. Derken her şeyi yemeye başladı. Koca ormanları, ürün dolu tarlaları ve çocukların yaşamlarını yedi. Orduları, gemileri ve şehirleri yedi. Onu kimse durduramıyordu. Onu sahip olmak saygınlık nişanesiydi.
Dördüncü çağda çölleri yarattık. Çöllerimiz birkac çeşitti, ama hepsinin ortak ortak bir özelliği vardı. Orada hiçbir şey yetişmiyordu. Bazıları betondan, bazıları muhtelif zehirlerden, bazıları ise kavrulmuş topraktan yapılmıştı. Bu çölleri para arzusu ve paranı yokluğunun yeisiyle yaptık. Kapılarımızı savaşlar, salgınlar ve kıtlıklar çaldı ama gayretkeş bir şekilde çöller yaratmamıza engel olamadılar. Sonunda tüm kuyular kurudu, zehirlendi, tüm nehirler pislikle doldu. Tüm denizlerimiz öldü, yiyecek yetiştirmek için toprak kalmamıştı. İçimizde bazı bilgeler çölü tefekküre başladı. Güneş batarken kumun üzerindeki bir taşın çok güzel olabileceğini söylediler. Çöller düzenliydi, çünkü içinde ne yabani otlar vardı ne de sürünen canlılar. Eğer çölde yeterince kalırsanız, mutlak olan kavrayabilirdiniz. Sıfır sayısı kutsaldı.
Uzak bir gezegenden buraya, bu kurumuş göl kıyısı ve taş yığınına, bu pirinçten silindire gelen sizlere, kaydedilmiş günlerimizin en sonunda nihai sözlerimizi söylüyorum:
Bizim için dua edin, bir zamanlar uçabileceğini düşünen bizler için.
Margaret Atwood, Mim Savaşları içinde.
Dr. Schreber: Ben onlara yabancılar diyorum. Bizi kaçırıp buraya getirdiler. Bu şehir, içindeki herkes.. onların deneyi. Anılarımızı istedikleri gibi karıştırıp eşleştiriyorlar, bizi biricik yapanın ne olduğunu bulmaya çalışıyorlar. Adamın biri bir gün dedektif oluyor, ertesi gün bambaşka biri. Mesela bir katil incelemek istediklerinde, yurttaşlardan birine yeni bir kimlik veriyorlar. Ona bir aile, arkadaşlar, bütün bir geçmiş ayarlıyorlar... hatta kayıp bir cüzdan. Sonra sonuçları gözlemliyorlar. Bir katilin geçmişi verilen bir adam o yolda mı devam edecek? Yoksa bizler aslında anılarımızın toplamından fazlası mıyız?
Alex Proyas, Dark City, 1998
İkinci çağda parayı yarattık, parayı da parıldayan metallerden işledik. İki yüzü vardı, bir yüzünde kral ya da başka bir önemli şahsiyetin adı bulunuyordu, diğer yüzüne ise bize huzur verecek bir şey koyduk, bir kuş, bir balık ya da kürklü bir hayvan. Eski tanrılarımızdan kalanın hepsi buydu. Paranın ebadı küçüktü ve hepimiz her gün tenimize olabildiğince yakın duracak şekilde bir miktarını yanımızda taşırdık. Bu para yenmezdi, giyilmezdi, ısınmak için yakılmazdı ama sihirliymişçesine başka şeylerle takas edilebilirdi. Para esrarengizdi ve ona hayranlık duyuyorduk. Eğer yeterince paranız varsa uçabileceğiniz söylenirdi.
Üçüncü çağda para tanrılaştı. Gücü her şeye yetiyordu ve kontrolden çıkmıştı. Konuşmaya başladı. Kendi başına yaratmaya başladı. Ziyafetler ve kıtlıklar, neşeli şarkılar ve ağıtlar yarattı. Açgözlülüğü ve açlığı yarattı, bunlar paranın iki yüzüydü. Şerefine camdan kuleler yükseldi, yıkıldı ve tekrar yükseldi. Derken her şeyi yemeye başladı. Koca ormanları, ürün dolu tarlaları ve çocukların yaşamlarını yedi. Orduları, gemileri ve şehirleri yedi. Onu kimse durduramıyordu. Onu sahip olmak saygınlık nişanesiydi.
Dördüncü çağda çölleri yarattık. Çöllerimiz birkac çeşitti, ama hepsinin ortak ortak bir özelliği vardı. Orada hiçbir şey yetişmiyordu. Bazıları betondan, bazıları muhtelif zehirlerden, bazıları ise kavrulmuş topraktan yapılmıştı. Bu çölleri para arzusu ve paranı yokluğunun yeisiyle yaptık. Kapılarımızı savaşlar, salgınlar ve kıtlıklar çaldı ama gayretkeş bir şekilde çöller yaratmamıza engel olamadılar. Sonunda tüm kuyular kurudu, zehirlendi, tüm nehirler pislikle doldu. Tüm denizlerimiz öldü, yiyecek yetiştirmek için toprak kalmamıştı. İçimizde bazı bilgeler çölü tefekküre başladı. Güneş batarken kumun üzerindeki bir taşın çok güzel olabileceğini söylediler. Çöller düzenliydi, çünkü içinde ne yabani otlar vardı ne de sürünen canlılar. Eğer çölde yeterince kalırsanız, mutlak olan kavrayabilirdiniz. Sıfır sayısı kutsaldı.
Uzak bir gezegenden buraya, bu kurumuş göl kıyısı ve taş yığınına, bu pirinçten silindire gelen sizlere, kaydedilmiş günlerimizin en sonunda nihai sözlerimizi söylüyorum:
Bizim için dua edin, bir zamanlar uçabileceğini düşünen bizler için.
Margaret Atwood, Mim Savaşları içinde.
Dr. Schreber: Ben onlara yabancılar diyorum. Bizi kaçırıp buraya getirdiler. Bu şehir, içindeki herkes.. onların deneyi. Anılarımızı istedikleri gibi karıştırıp eşleştiriyorlar, bizi biricik yapanın ne olduğunu bulmaya çalışıyorlar. Adamın biri bir gün dedektif oluyor, ertesi gün bambaşka biri. Mesela bir katil incelemek istediklerinde, yurttaşlardan birine yeni bir kimlik veriyorlar. Ona bir aile, arkadaşlar, bütün bir geçmiş ayarlıyorlar... hatta kayıp bir cüzdan. Sonra sonuçları gözlemliyorlar. Bir katilin geçmişi verilen bir adam o yolda mı devam edecek? Yoksa bizler aslında anılarımızın toplamından fazlası mıyız?
Alex Proyas, Dark City, 1998
Ütopya ufuk çizgisinde duruyor. Ona iki adım yaklaştığımda, iki adım geri çekiliyor. Eğer on adım ilerlersem, hemen on adım öne geçiyor. Ne kadar uzağa gidersem gideyim ona erişemiyorum. Peki o zaman ütopyanın amacı ne? Amacı şu: Bizi harekete geçiriyor.
Eduardo Galeano, Occupy this book
Eduardo Galeano, Occupy this book
Kaydol:
Yorumlar (Atom)